Sosis Davası

Mahmut Efendi, Mülazım-ı Saniliğinden en son rütbesi olan Miralaylığına  kadar hayatını kıtalarda geçirmiş, ve ayağından postalı çıkarmamış biriydi. Komutanlığıyla,  yiğitliği ve mertliği ile adeta mahiyetinin kutup yıldızı olmuştu.

Tebessümsü yüzünden eksilmeyen ve herkesle kolayca kaynaşan Miralay, beyazlamış saçlarına rağmen,  daha kırklı yaşlarındaydı. Tipik halk adamıydı…Her kadını Mehmetçiğinin anası, her erkeği de Mehmetçiğin babası bilir, saygıyı elden bırakmazdı…

Dedik ya hayatı kışlada geçmişti… Nöbetti, harpti, tatbikattı, görevdi, operasyondu  derken tam onbeş yıl hanesinin kapısını çalmamıştı. “Zabitin parası pul, karısı duldur.” diye boşuna dememişler derdi. “ Evimin Sultanı ” dediği hanımı, çocuklarının hem anası, hem de babası olmuştu…  

***** 

Askerlikte sual olmaz derler… İşte böyle bir adamı, ayağından postal çıkmamış  senelerin  zabitini, onca tecrübesine rağmen, iki satır yazı ile çerçiciliğe, domates biber satıcılığına, yani zerzavathaneye (şimdiki adı ile kantinciliğe) vazifelendirdiler.

Yılkı atları misali özgürlüğe alışmış savaşçı ruhunun isyanını aklı ile sakinleştirdi, duygularına hakim olacak kudreti zorda olsa gösterdi…  

Zabitinin kitabında “yapamam” sözü olmadığından, yeni vazifesine de dört elle sarılmak zorunda kaldı… “ Biz ticaretten ne anlarız?” Demedi. Bir başladı, pir başladı... Sordu soruşturdu, bir bilene akıl danıştı . Uğraştı, didindi, mücadele etti. Gecesini gündüzüne kattı çalıştı  çalıştı… Sonunda da zerzavathaneyi tarihinin en yüksek karına, cirolarına ulaştırdı.  

***** 

Devlete çalışmanın mükafatı yine çalışmak derler ya işte bu ilahi kural bir kere daha tezür ederek Miralay içinde harekete geçti...  

Ne mi oldu?  

Şu oldu. Zerzevathanenin  işlerinin yoğun olduğu günlerin birinde,  sıradan bir gün yaşanırken nizamiyeden aradılar Miralayı, 

“Polis sizi arıyor.” Dediler kendisine…

“Gelsinler.” Dedi.

Polisle ne işi olabilirdi ki. Belki içlerinden biri Mehmetçiklerinden biriydi. Ya da en fazla , birinden selam getirip tavassutta buluna bilirdiler. Fakat polisler selam sabah için gelmemişlerdi.  Eline celp pusulası tutuşturarak, tez vakitte Devlet-i Aliye’nin Sultan Ahmet’teki kadılarının huzuruna gitmesini söylemişlerdi ve daha bir şey soramadan da çekip gitmişlerdi.  

Üzerinde “Kadı efendileri ziyaret edecek” yazısından  başka bir yazı olmayan pusulayı evirip çeviren Mülazım Mahmut Efendinin niye çağırıldığını anlamaya  çalışması nafile bir çabadan gayrı bir şey değildi...  

“Benim kadılarla ne işi olabilirdi ki?... Dağda taşta gezdim, onca sene kumandanlık ettim, kadılık olmadım... Acep ne kusur ettim? Bu neyin nesi?...” diye diye, akıl yora yora huzuruna varmış, pusulayı uzatmıştı kadıların kadısına…

Kadı Efendi, kalın kaplı kara bir defterden ara tara zar zor bulmuştu Miralayın adını.   

Sonra da mırıldanarak Miralay’a istinat edilen suçu okumuş,  okudukça da salavat üstüne salavat geçirmişti.

İşkillenen ve huzursuz olan Miralay, “ Niye çağırdınız? Bir kusur mu işledim Kadı Efendi? diye sormuştu.

“Sosis Davası.” demişti Kadı Efendi…

“Muhterem Kadı Efendi, nedir bu sosis davası?” diye üsteleyince de,

Kadı Efendi bir bir anlatmıştı suçunu...

“Sen” demişti.“Bir hatun kişiye bozuk sosis satmış, geri getirince de  almamışsın…Üstüne üslük birde kendine sövmüşsün, hakaret etmişsin.” diye izahat vermişti.  

Asabiyetle,

“Kime sövmüşüm? Ne sosisi? Ne değiştirmesi anlamadım Kadı efendi? deyince,  

“Yediğin haltı bilmemezlikden gelip, beni mi kandırıyorsun? Utanmadan bir de bana hesap mı soruyorsun.” diyen Kadı Efendi hiddetlenmiş, köpürmüş, derhal hükmünü vermeye kalkmıştı…  

”On paralık sosisin kımet-i harbiyesi kadar itibarımız yokmuş” diye düşünen Miralay’a dik dik  bakan Kadı Efendi, Mahmut Efendinin yürek burkan bakışlarındaki saflığı yakalamış ve biraz da acımıştı.  

“Yahu Miralay Efendi!... Hatunun sosisini, zıkkımın kökünü değiştirsen ölür müydün?...  Sonra hatun kişiye sövülür mü be adam?... Dükkan babanın dükkanı mı? Mal babanın malı mı? Cebinden mi çıkıyor parası?” Ne olurdu şu sosisi değiştirsen?... “ diye hafif yollu paylamıştı.  

Miralay onca lafı yedikten sonra, sonradan sonraya  hadiseyi hatırlamış ve bildiği her şeyi  Kadı Efendiye nakletmeye başlamıştı. 

Bu mesele, bir zabitin çirkef karısının  satın aldığı 100 dirham sosisi,  günlerce bekletmekten bozup, kokuttuktan sonra da utanmadan, “ Dün aldık” yalanı ile hizmetkarının eline tutuşturup değiştirmeleri için göndermesiyle başlamıştı. Hatun kişinin her şeyi dosdoğru söylediğini düşünerek, 

“Bozuk malı nasıl satarsınız? İnsanları zehirleyecek misiniz?” diye  kızan Miralay, mahiyetine bağırmış çağırmış hatta cezalandırmaya karar vermişti.  

Herkesi birer birer sigaya çekerken,  teker teker ifadelerini alınırken işin rengi değişmiş, hakikatin  hatunun dediği gibi olmadığı anlaşılmıştı.

O sosislerden son yirmi gündür zerzavathaneye satılmak üzere alınmadığı  ve satılmadığı kayıtlardan gün gibi ortaya çıkmıştı.

Ortada bir yanlışlık vardı. Miralay, Kadını zor duruma düşürmemek için, meseleyi fazla dalandırıp budaklandırmadan  geçiştirmeye çalıştıysa da, hatunun kocasına izah ettiyse de  başarılı olamadı. Hatun , zerzevathaneye gelerek ortalığı velveleye vermiş, tüm ikazlara rağmen  söz dinlemez olmuş, bağırmış,  çağırtmış ve düpedüz  insanları suçlayarak, yalan söyleyerek haklı çıkmaya çalışmıştı.

Miralay, Hatun’u incitmeden, acı gerçekleri en nazik şekilde ifade etmişti. Fakat Hatun özür dilemek yerine iyiden iyiye şirretleşmeye, çekilmez ve söz dinlemez hale gelmeye başlayınca Miray tarafından kendisine çıkış kapısı gösterilmişti.  

Bunun üzerine hatun kişi ve kocası,  paşalara, beylere, Miralay’ı ve ekibini şikayet üstüne şikayet etmiş, bir netice alamamıştı. Ve o olay Miralay  tarafından da unutulup gitmişti... 

Meğerse hadiseyi unutmaya hatun yememiş içmemiş, Miralayın kendine sövüp saydığını iddia ederek, bire bin katarak kadıların kadısına şikayette bulunmuştu.  

İşte meselenin aslı astarı bu idi.   

Hak ne idi? Haksızlık ne?...

Doğru ne idi? Eğri ne ?...  

Bu adalet ne menem  bir adaletti ki, Kadı Efendi, sorup soruşturmadan karar vermeye kalkışmıştı?...   

İşler sarpa sarmaya başlayınca, kazın ayağının öyle olmadığın, meselenin hak adalet meselesi olmadığını anlayınca koca Miralay Mahmut Efendi,

“Aman efendim, aman paşam. Aman Kadı Hazretleri” diye yalvar yakar Kadı Efendiyi sakinleştirmişti. Suçsuz olduğunu ispat edebilmek için usulü çerçevesinde mühlet istemişti... 

Bunun üzerine Kadı Efendi bir kara deftere, bir Mahmut efendiye bakmış, biraz da koca Miralayın haline acımıştı.  

Sonra, tekrar tekrar usulden kara kaplı defteri karıştırmaya başlamış,” Hım, mım." diye mırıldanıp durmuş ve söze şöyle başlamıştı;  

“Sen zabit adamsın. Gayrı bakmam senin bu davana. Evrakını cihet-i askeriyenin kadısına havale edeceğim.” Deyi vermiş ve başından savıp, yallah etmişti Miralay’ı. 

Kadının huzurundan kös kös çıkan ve aklı dumura uğrayan Mahmut Efendi, bir sosis yüzünden düştüğü hallere ağlasın mı gülsün mü bilememişti. 

****** 

Miralay Mahmut Efendi dillere düşmüştü. Fakat anlı şanlı yetkili şahsiyetlerden meseleyi bilenler yalan uykusuna yatmış, işin doğrusunu bilirken  bilmemezlikten gelmişlerdi. Bir  iftira ile, bir basit hadise ile koca Miralay ne hallere düşürmüşlerdi… 

Ne amiri, ne memuru, ne de paşası ne oluyor dememiş Miralayın haklılığını söylememişti. Yaşananlar Miralayın aklı dumura uğramıştı.  

Paşalardan bir haline acımış ve kulağına,

“Askeri adalet, asgari adalettir. Haklıyım deme, kendine  bir savunma kadısı tut.” Diye akıl vermişti.

Paşa nasihatine uyan Miralay, emekliliğine sakladığı akçelerini, tuttuğu savunma kadısının avucuna  saymaya başlayınca bir üzülmüş bir üzülmüştü ki sormayın.  

Kara günleri için çocuklarının nafakasından ayırdığı, dişinden tırnağından artırıp biriktirdiği bütün parası bir olmazın yüzünden heba olup gitmişti. 

****** 

Savunma kadısı “ Sosis davasını” görüp bilen eratı, zabiti bir bir dinlemişti. Herkes  hatunun sosisi bozup da getirdiğini anlatmış, Miralayın suçsuzluğuna şahadet etmişti. Hatta hatunun Mahmut Efendiye sövdüğünü dahi söylemişlerdi.  

Savunma kadısı,

“İlk celsede berat edersin.”diye teselli etse de, Miralay yaşadıklarını kendine yedirememiş, kadı huzurunda sustalıda durmayı hazmedememişti.

Kışla kumandanına, paşaların paşasına;

“Dağda taşta gezdim. Eşkıya, düşman peşinde koştum. Onca senelik zabitim, böyle bir şeyi ne gördüm, ne de duydum...  Beni tanırsınız. Çıkarmayın kadıların karşına. Gururum incinmesin. Bir hal çaresi bulun halime.” dediyse de, anlattıysa da hiç  kimse ne yar oldular haline ne yaren. Ne derman oldular, ne de merhem.  

Halbuki Miralay, paşalarını paşa bilirdi. Bu kadarcık bir meseleyi hallederler diye düşünmüş, medet ummuştu.

O, sadece incinen gururunu kurtarma peşindeyken, onca paşa, bey;

“Haklısın ama, yine de git hatun kişiden, özür dile de seni affetsin ” deyince, şaşırıp kalmıştı.  

Gurur, şeref, haysiyet,  hak hukuk, bu kadar mı önemsiz, bu kadar mı kıymetsizdi Allah aşkına?...

Aklı evvellerin hepsi,

“Hakkını ara. Hak yerini bulsun” diyeceğine,

Üstüne üstlük kışlanın askeri kadısı, haklıyı haksızı bulmak peşinde koşacağına, adaleti sağlayacağına, “asgari adalet” peşinde koştuğunu  göstermiş, kendisini korkutmaya, sindirmeye ve hatta kandırmaya  çalışarak karşı tarafı kolladığını alenen göstermişti. 

Miralay Mahmut Efendi, anlamıştı ki alemin maskarası olacak, anlamıştı ki işler mihverinde gitmeyecek, anlamıştı ki herkes bir düzenin parçası, işte o anda kafası her şey dank etmiş ve o saatte emekliliği aklına koymuştu. 

***** 

Beklediği bir kaç dağa da kar yağınca, istifa dilekçesini verip emekliliğini istedi. Hani derler ya, fare dağa küsmüş dağın haberi olmamış. İşte Miralayın hali aynen bu idi.  

Sözüm ona Miralaya yaranmak isteyen bazı zevzekler

“Devlete çalışmanın mükafatı yine çalıştırmaktır.” Bak başına ne iş geldi dediklerinde baya  baya hiddetlenmiş,

“Bre şereften yoksun zebaniler? Çalıştıysam iblise mi çalıştım? Milletime, devletime hizmet ettim.” demekten de geri durmamıştı  

*****

Mahkeme günü gelip çatmış, anlı şanlı “ SOSİS DAVASI” başlamış, koca Miralay’ı yüz dirhem sosis meselesinden, askeri kadıların önüne, el pençe huzur durdurmuşlardı.Savcı kadı iddianameyi okuyup bitirince, heyet-i mahkeme önce Miralayı sonra da tanıkları bir bir  dinlemişti...

Sorgu sual bitince mahkemenin  başkadısı, savcı kadıya mütalaasını sormuş, savcı kadı efendi;

“Miralayın beratına, davanın düşmesine” deyince, mahkemenin baş kadısı dalga geçer gibi,

“Olmaaaz!… Kapanamaz… Bu dava, asrın davası.” Deyince, mahkeme tam dört sene daha sürmüştü. 

Koca Miralay Mahmut Efendi, emekliliğinin ilk yıllarını git mahkemeye, gel mahkemeye geçirmiş, aldığı üç kuruş tekaüt ikramiyesinin neredeyse üçte biri de bu uğurda harcayıp çarçur etmişti... 

*****

Davcıya dava,

Karara itiraz,

İtirazın temyiz davası derken,

“Askeri adalet, asgari adalet”  düsturunu kulağına fısıldayan paşa ne kadar haklıymış diye  düşündü Miralay...

Üniformasını çıkarıp  emekli olup giderken, ne bir tören düzenlenmiş, ne de uğurlayan biri olmuştu. Yılların zabitinin terhis belgesi, eline tutuşturulup gönderilmişti.  Bu hal aslında sosis davasından da ağır gelmişti Miralaya. Halbuki bu kışlada, törenlerin bin bir türlüsü eften püften her sebebe düzenlenirdi.  

Miralay Mahmut Efendi;

“Eratımızı terhis edip ata yurduna uğurlarken  düğünler, dernekler düzenler şanıyla şerefle yolcu ederdik. Ne güzel bir geleneğimizdi bu geleneğimiz...” diye düşündü,  

Miralay ailesine, çoluk çocuğuna karşı mahcubiyet hissediyordu. Çünkü hanımı katıldıkları her uğurlama töreninde,

“Allah sana, şanlı şerefli uğurlamalar nasip etsin.” diye niyazda bulunuyordu. Kovulur gibi kapının önüne konmak yakışıksız olmuştu.  

*****  

Miralay Mahmut Efendi, davadan beraat edince, Eyüp’e gidip sultanların sultanı Eyüp Sultanda adağını kurban eyledi, hayır duaların  cümlesini Beşiktaş’ta Kaptan-ı Derya Barbaros’a niyaz eyledi. 

******

Hangi zabite paşa dediğin nasıl olmalı diye sorsanız,

”Paşa dediğin  Mustafa Kemal Paşa gibi olmalı, Mustafa Kemal’in  paşaları , paşa gibi paşa olmalı.” diyeceklerdir. 

***** 

Neticede,

Kim olursan ol,

Hazır ol her türlü olmaza,

Hazır ol zelilce iftiralara.

Hazır ol sıradanlaşmış

Kullaşmış ruhlara... 

*****

Miralay Mahut Efendi İzmir’e yerleşmiş,

Nereden, kimden duydularsa gelen geçen de bıkmadan usanmadan “SOSİS DAVASI” hikayesini soruyormuş. 


Ömer YILDIZ

 



Okunma Sayısı:2941    
Eklenme Tarihi:19-04-2018 08:20    

HENÜZ YAPILMIŞ YORUM YOK

 

                                                             YORUM EKLE

MESAJINIZ(Max 3000 karekter)



  

© Copyright 1998-2018 www.omeryildiz.com.tr .Tüm hakları saklıdır.
destek@omeryildiz.com.tr